20 Aralık 2010 Pazartesi

hippi öyetmen

bir gün evimde mi ne..oturuyordum.yanımdaki hatun dedi ki benim canım aşure çekti ben manisaya gidiyorum..o saniyede kalktı ayağa geliyo musun dedi! param yok CorÇ dedim corççç param yoooğk! ben vercem gelcen mi dedi.gelmem mi hayvan dedim. çantaya iki pantolon attık..sırtımıza attık..çıktık otogara gittik.. ovmaygağt gns'n roses bana inanmadı..ahaha gidemezsiniz lan siz dedi.sen misin böyle diyen dedik güldük birlikte.corç gns'n roses ve ismi ben olan roj..sanırım şimdi manisadayız.sanırım yarın istanbuldayız..sanırım hayat ani kararlarla güzel..sanırım!sanıyorum!sanacağım! hadi ...ya gidelim dese sevdiğim birü hop ben ordayım..hadi gidelim!!!

24 Kasım 2010 Çarşamba

20 yılın bana öğrettirdikleri 2..

böbreğim ağrıyor diyip kasıklarını gösteren bir arkadaşımın hala varolduğunu..

çoraplar arasından seçilen tek çorabın tekinin olmayışına hala çok sinirlendiğimi..

değer verdiğim insanlara hayvan gibi sinirlendiğimde verdiğim tepkinin genellikle susmak olduğunu..

ağlarken kendimi daha kolay durdurabildiğimi ama hala çok duygusal olduğumu..

duygusal görünmediğimi..

siyaseti hala sevdiğimi hala bir şeyler için çabalamak isteyeceğimi ..

fakat insanlara bu konuda güvenmediğimi..

hala ekşi,inci,bilmemney sözlüklerdende bildiri yazan insancıkların varlığını..

hala kitap arkası cümlelerle kitapları özetleyen insancıkların var olduğunu..

ispanyol yapımı filmleri hala sevmeyi..

blues hakkında öğrenecek çok fazla şeyim olduğunu..

televizyonun sohbeti öldürdüğünü..

hayatın  sömürüsünü..

tek derdin bitmeyen ödevler olmadığını..

binlerce çocuk açken açlıktan insanlar ölüyorken aslında yenilen yemeklerin gerçekten karın doyurmadığını..

bir çocuğun hayatının kurtulması için hayatımdan verebileceğim yılların olduğuna emin olmayı..

hala verilecek bir mücadelenin varlığına emin olmayı...

ve hala mutluluğun ne olduğunu tam anlamıyla yaşamadığımı..

dolaylı yoldan kapitalizme hizmet etmenin verdiği hüznü..

öğretti...

-nat ovır-

20 Kasım 2010 Cumartesi

20 yılın bana öğrettirdikleri 1..

20 yıldan sonra üç kişilik masalarda dördüncü bir kişi görünce şaşırıyor insan..

20 yıldan sonra üç kişilik masalara dördüncü bir kişi fazla,gereksiz  ve gereğinden fazla acımasız..

20 yıldan sonra üç kişilik masalara gelen dördüncü kişi ya ihtiyacı olduğundan burada veya ihtiyacı bitince orada..dedirtiyor insana..

20 yıldan sonra insan biraz daha fazla düşünüyor..

20 yıl insana biraz daha fazla düşündürüyor..

20 yıl insana düşündürürken beynini kemirtiyor..

20 yıldan 20 yıl sonra galiba dördüncü bir kişi kalmayacak..

20 yıldan 20 yıl sonra galiba dördüncü kişinin yokluğuna alışılamayacak..

bu şehirde dini inanç: adana kebap

sabahın 8inde kebap yenilen bir şehrin çocuğuyum..

20 yılın bana öğrettirdikleri..

müzik hakkıında:galiba dinlediğim bazı türler değişti.ergen black metal döneminden hoplaya zıplaya kaçtığımı biliyorum.neyseki derin bir karmaşa içinde değildim.arabesk metal ve rep arasında gidip gelmiyordum.bu ikilemleri yaşayanlara başsağlığı diliyorum.ben neyseki metal ve türleri konusunda gidip geldim.ee değiştirmediğim neler kaldıysa hala varlar ama değiştirdiklerime allahtan rahmet dilerim.ben şunu öğrendim.her boku dinleyebiliyoruz.belki her boku sevebiliyoruz.fakat her boku benimseyemeyiz.ben her boku dinliyorum..belki her boku seviyorum.ama benimsediklerim  çok farklı..onlarda bende kalsın.)

kitaplar hakkında:küçükken okuduğum kitapların bana çok yararı varmış bunu öğrendim.annemde böyle saçma sapan kitaplarda almıyormuş haa..aldımı çocuk görünümlü yetişkin kitapları alıyormuşki hala onları  okuduğumda aynı yerlerde tekrar gülümseyebiliyorum..psikolojik kitaplar hakkında şunu öğrendim..anlayamadığında sıkılırsın.karşılaştıramadığında patlarsın..ama hepimizin psikolojisinin azıcıkta olsa bozuk olduğunu gözönüne alırsak herkes psikolojik kitaplarda kendini bulacaktır.kendini karşılaştırıp aaa olum bende böyle yapıodum bendede bumu varmış diyip daha bi psikolojisini bozacaktır..yapın olum bozun psikolojinizi. başkalarının beynini okuyabilmek için kendi psikolojimi bozmam gerekiyor bunuda o kitaplarla yapıyorsam eğer,galiba diğer bir 20 yıl içinde bu konuda yazacak daha çok şeyim olacak..

aşk hakkında: ilk aşkı hatırladımda..çok komikti ya..ama düşündüğümdede en güzelleriydi komikti çünkü..acı çekmeye başladığında aşk saplantıya dönüşmüştür.saplantı daha bir saplanırsada aşk cehenneme dönüşür..neyseki geçtik o dönemlerden..derlerya 'hayat mutsuz olmakla duygusuz olmak arasında bir tercih hakkı sunar daha fazlasını değil' diye..galiba ben farketmeden bana başka bir şey daha sunmuş hayat..ben aşkı tanımlayamam ama kaybetmek istememeyi tanımlayabilirim..birini kaybetmek istemediğin ve çabalamaya başladığın anda kendini kaybedersin.aha tanımı budur..ne malca şeyler yapıodum ben ..kendim olmadığımda..bunları yapalı çokta olmadı bu arada..ben kendim olduğumda tanışmıştık ben kendimken birbirimizle vakit geçirmekten hoşlanıyorduk..ben kendimken sevişiyorduk..ve dahası kendimken idi..ama kaçmaya başlayan biri olduğunda kendin olamıyorsun..kaçmaya başlamasada dürüst olsa.ama dürüst olduğunu sanmak değil bu gerçekten dürüst olsa..ozaman kimse kaçmaya ihtiyaç duymaz..herneyse bu hisler aşk değil hala değil aşk hakkında konuşuyoruzda konuştuklarımız aslında aşk değil aşkın içindekiler..konu aslada aşk olamaz zaten..aşk olmayan hislerim X şahsiyeti olmadanda varolabiliyor..mutluda olabiliyor.duygusuz olmuyor işte..ben 20 yılda şunu öğrendim..eğer gerçekten biriyle mükemmel şeyler paylaşıyorsan ve gerçekten çok farklı şeylerse bunlar ve bunlar senide onuda mutlu ediyorsa..sevişirken  iğrenmiyorsan..hatta onu öpmek için can atıyorsan..ama o olmadan hayatına devam edebiliyorsan ya da ettiysen ya da edebileceğini biliyorsan! bence bu kaçılmaması gereken tek şey olmalı..aşkı bana şunu öğretti : birinin tüm kusurlarını görüp gülsende ..çocuk olduğunu sonradan farkedip ay ne çocukça desende..hala bu çocukça kusurlarla mutlu olabilmek vebir şeyler paylaşmak istiyorsan..gurur yok..sadece bir film bir senaryo var önümde..ben o yüzden bunu yaşamaya devam etmeliyim..işte öğrendiğim tek şey yaşamak..

                                                                                                                              More coming soon

19 Ağustos 2010 Perşembe

yıllar öncesinden bir şiir..

Kelimeler ölür önce
Cümleler ölür
Düşünceler ölür
Ve daha sonra ruhum ezilir ayaklarının altında
Bedenim ölmüştür zaten çoktan
Aynı çukurda dudaklarımız birbirine yapışık
Son bir öpücük ve son nefesimizdir
Vücudumuzdan çıkıp birbirimiz içinde koşuşan çocuklar
Ve biz ölmüşüzdür çoktan
Aynı ruhta
Aynı çukurda
Ölmüşüzdür gülümseyerek
Aynı suratlara bakıp birbirimizin ardından
Son çizgiyi çizerken hayatımıza
Ölmüşüzdür yine aynı karanlıkta...

18 Ağustos 2010 Çarşamba

bir tırnağın hikayesi..

yarısı kesilmiş uzun bir tırnağımın artık yalnızca öteki yarısı var.
neden kıydım bilemiyorum öteki tekine
amaç,gaye;yetersiz gayet..
şekli bir garip..
yarım yüzlü adamı andırıyor
bir androidi
tek göz
tek kaş
yarım burun ve yarım bir dudak
yarımşar saçları ve çenesi mevcut
az konuşuyor:bu gayet iyi
az koku alıyor:bu da gayet iyi
az görüyor:bu fazlasıyla kötü
az görmek az bakmaktır
az bakıyor bana
olması gerekenden yetinebileceğimden de az
daha duygusuz ve biraz daha hissiz
ben kaldıramam bunu
ama dedim ben dedim sizlere!
yarısına zar zor kıydım
kıyıp atamıyorum şu lanet az bakışlarını!
sevgili yarım tırnağım,
alfabem sana kölelik ediyor iken
bu tüm harfler senin için anlam kazandı..
sen kim misin?
sadece uzayan tırnağımın
bir yarısı..

asfalt dünya

off dedi gece off bir ışık nolur bir ışık göremiyorum etrafımı delireceğim şimdi.beynimi parçalıyor delireceğim düşüncesini düşünmek..
bir ışık verin bana nolur..Diye inledi gece gökyüzünde..
gökyüzünce..
bana öyle anlattı sayın gök!Gürledi hayince!
gece sen tam bir korkaksın dedi..korkaksın sen adam olmazsın..
adam olamazsın büyümen gerek evladım dedi gök..
ve gece ağlamaya başladı..yerler sırılsıklam ayaklarım yapışyapış oldu..
üzerimde yürüyenlere çamurlarımı bulaştırıyorum..
gece ağlamasa eğer hiç kimsenin ayakları çamur olmayacak..
ve kimse üzülmeyecek..
ama gece korkaktı dedi gök ve ağladı dedi bana gürleyerek..
ve ben korkumdan sesimi çıkartamadım..
kapadım dudaklarımı kapadım sımsıkı kapadım..
gecenin gözyaşlarını emdim iyice..
emdim dudaklarımla ve dayanamadım artık.
korkmak ve korkarak susmak
dayanılmaz bir hale geldi ve bende bıraktım gözyaşlarımı yeryüzüne..
ve binlerce insan sel dedi ona..
afet dedi..
affet dedim bende o insanlara affedin beni dayanamadım susmak yoruyor beni..
en sonunda kapattığım dudaklarımı hafifçe araladım..
içimde birikmiş nefret tohumlarını yeşerttim..
uzadılar içimden sinsice..
her birinin boyu nefretim kadar göğe..
ve gök bana şöyle dedi:sen ki ismi toprak olan sinsi şey..
alay etti benle umarsızca..
-sen ki korkaklığından yerin dibine kadar girmiş ana!
alay ediyor benle umarsızca..
-sen ne kadar kaçarsan kaç benden sana her zaman tependen bakacağım unutma!
dedi bana umarsızca..ve ben örtündüm asfaltımla..görmemek için o mavi gözlerini..

tik tak

saat 23.41 idi..ve ben sıkılmıştım
saat 23.42 şuan..
ve ben sıkıldım
saat 43,44,45 diye ilerlediğinde
yine sıkılacağım
ve sanki ben sıkılganım
sıkılgan birine mi benziyorum?
-oov tabii ki hayır der marilyn
-ama sayın monroe!hayat çok sıkıcı!...

17 Ağustos 2010 Salı

marilyn'e tutku.

ahh marilyn hayalimdeki kadın..
bacak bacak üstüne atışın dahi
hayalimde ki bacak bacak üstüne atış..
gülüşün
ve güldükten sonra görünen dişlerin dahi
hayalimdeki gülüşün ardında görünen dişlerle aynı..
ahh marilyn
hayalimdeki intiharsın..
içimde bir yerlerde sana aşık bir kadınım..
içimde bir yerlerde de senden nefret eden bir kadın..
ve kısacası bir kadınım..
çok garip..
filimlerin şarkıların sesin ve sen ..
seni tam anlamıyla paran için sevemeyen bir insanım
sanki..
hayatını başka hayatlarla karşılaştırıp
hayatını başka hayatlarla eleştiren biriyim
sanki...
kendi içimde..
ve sen
yoksun artık..
şarkıların,filmlerin..
sansasyon yaratan aşkların..
sansasyon yaratan intiharın
ve cesedinle birlikte
sen marilynsin
monroesın..
birçok kişinin hayalindeki aşk sanki..
sanki...
alice harikalar diyarındaki aşkların kadınısın..
sanki..

baa tıfıl

Ben yürüyüp gittim
Sen ellerini yüzümde unuttun

Utandım acılarımdan
Utandım yalnızlığımdan
On yedi yaşımızın belalı hikmetinde birden
O inkisarları eden güzel hayallerimizden
Ve aşktan
Ve yağmurdan
Utandım ben

Sen misketlerini yüzümde unuttun
Sen hayatımda unuttun kokunu

Bir bidon benzin döküp hatıralarıma
Tutuşturdum sevinçlerimizi. tutuşturdum
Saçlarına
En beğendiğim bir hüznün görkemini,
Rüzgarını,
Al işte sonbahar da senin olsun artık
Daha ne istiyorsun benden
Al işte en biçimli intihar da senin

Ben yürüyüp gittim
Sen adalarını yüzümde unuttun

Utandım arzularımdan
Utandım ihtiyarlığımdan
Ve yağmurdan
Usandım ben
Ve sen: Şehrin terkettiği sepya caz oğlan
Her fırsatını ani ölümümde unuttun!

Beni yüklenip bir yere götürdüler
Sen geleceğini
Yüzümde unuttun

16 Ağustos 2010 Pazartesi

DötoneltriO

Kentin uyuşumsuz çocuklarıydık
Ağlamaktan tortulaşmış gözlerini dağlayıp kendi gölgelerinden taşan
Millet muayer kürdi bestelerle top 10’a girerken
Biz akortsuz enstrümanlarımızla jazz yapardık sokaklarda detone trio
-“jazz yapmayınn layn!” derlerdi
biz inadına cazz, efkar bastı mı
la hicaz.
Okulu asardık kitap okumak için
yol paramız olmazdı otostop çekerdik düşlerimize
güçsüzlüğümüzden güç alırdık
moral verirdik birbirimize: “bak ben senden daha s.kik bi’ haldeyim.”diye
dünyaya silah çeker
kendimize doğrulturduk
her seferinde intihar ederdi kendini
beynimizde iltihap olmuş intihar düşüncesi
hayat hep kazanırdı bizi yine, yeni, yeniden
kaybetmeye abone yaşam kumarbazlarıydık
Ofsayt Osman averajla liderdi ligimizde
Aaahh! biz ne uyuşumsuz çocuklardık
kara kentin kuru kasıklarını gözyaşlarıyla terleten
ağladık mıydı çıbanlı çiçekler açardı çaylarımızda
toprak anamızın sürmeleri akardı, biz tekrar ağlardık o ağladıkça
Dö tü başı dağıtık köstebek yavrularıydık yılan deliklerine yuva yapan
anayasaya aykırı küfürler ederdik düzene
sanırdık ki herkes uyuyor, bir biz uyanık
her şeye anarşiktik o kadar anarşiktik ki anarşiye bile anarşiktik
bir kalktı mı hiç inmezdi ıslak orta parmağımız
kot altı evlerde oturur yeraltı mekanlara takılırdık
bir yüzü karanlık çocuklardık saçlarını yer altına uzatan
esrik başımızla eksik naralar atardık
hep ezilirdik çoğalan sesi gelince zamanın
ezilirdik, ezilirdik, eksilirdik:
“siz kızmayın yüce efendimiz biz kendi aramızda ukalalaşıyorduk yalnızca, Vallaaa.”
Sonra bir gün büyüdük ve uyandık kabustan
başka bir rüyaya yatmaya

Biz Kurbanız..

Biz, kurbandık!

Apoletleri, cüzdanları ya da mevkileri büyük, ama pek çoğunun beyinleri küçük insanların çevrelediği bir atmosferde gözlerimizi dünyaya açtığımızda, ağlayışımız bile belki bu dünyadaki mutsuzluğa bir itirazdı...



Büyüyüp neyin ne olup olmadığını anlamaya çalışırken, bizim yoksulluğumuza, yoksulluğumuzun da bize küfrettiği gerçeğiyle irkildik. Yazgılarımızın başucuna çöreklenmiş bezirgânlar, düşlerimize ulaşmamızın; gençliklerimize, aşklarımıza yaraşmamızın olanaklarını daha doğduğumuzda gasp etmişlerdi!



Onlar, vahşi kahkahalarıyla insanın emeği ve onurunun hanesine zar atıyorlardı. Zarlarındaki hepyek bizdik... Çünkü kurbandık!



Kurbandık! Dünyaya gelmek ya da gelmemek konusunda tercih hakkımızı da kullanamadık. Aslında doğmadan önce hepimiz spermdeki olasılık kadardık;o olasılıkla doğmak ya da doğmamak üzere -daha analarımızın rahminde- yalnızdık.



Sonra bize bir ev, bir kent, bir sokak verdiler; “bayrak direği gibi buralara çakılıp kalın!” dediler! Ebeveynlerimizi seçebilme konusunda bir tercihimiz de olmadı. Sonra bize dayılar, amcalar, halalar, muhtarlar, müdürler verdiler; “ her koşulda bunlarla iyi geçinin,” dediler.



Bir süre “pa” durup ayaklarımızın üstünde tutuk adımlarla yürümeye başladığımızda, önce Kurân’ın, cinlerin, ekmeğin bizi nasıl çarpacağını, sünnetçi ve “iğneci amcaların” bizi nasıl “cıss” yapacaklarını öğrendik. İtiraz hakkımız yoktu; çünkü henüz konuşamıyorduk. Oyun çağına geldiğimizde, üzerimizde tek tip elbiseyle okul yollarına dizildik. Eli sopalı öğretmenlerden ve bizden yaşça büyük mahalle çocuklarından dayak yedikçe, hayatın aslında hep gerili tetik bir “savunma”yı korumak olduğunu öğrendiğimizde daha yedi sekiz yaşlarındaydık.



Yine o yaşlarda neye elimizi atsak günah, ne konuşsak ayıp, ne istesek yasaktı.Sonra ilk ve ortaöğretimde tam on bir yıl o sınavdan bu sınava terli yarış atları gibi koşuşturmak- tan imanımız gevredi.Pedagoji bilmeyen öğretmenlerin haşmetli sopalarının uçlarındaki yazgılarımıza saf ve korkulu çocuk gözlerimizle bakmak ve susmak dışında bir seçeneğimiz olmadı.Dünyaya gelmiş olmamızın; bir benliğimizin, bir anlamımızın olduğunu bize fısıldayan ya da bunu umursayan da olmadı...Tanrı imgesiyle ve dualarla tanıştırılmamızla birlikte içimizdeki erdemlerden çok korkularımız büyüdü. Her an tanrı katının herhangi bir birimi; bir peygamberi, meleği ya da cinler, şeytanlar tarafından çarpılabilirdik. Bu nedenle uyumaya çalışırken, bildiğimiz, dahası ezberlediğimiz bütün duâları her gece yenibaştan okuyarak, bize ve sevdiklerimize bir kötülük yapmamasını tavana çakılmış gözlerimizle Allah’tan rica ettik. Çünkü bütün kötülüklerin de, iyiliklerin de ancak ondan gelebileceği anlatılmıştı bize.



Birileri ancak okula gidilerek “adam” olunabileceğini söyledikçe, kalça kemiklerimizi sızlatan o tahta sıralarda midemizin açlık gurultularını dinleyerek saniyeleri saya saya teneffüs zillerini bekledik.Tek sıra olduk, biat ettik, bekledik; ama Kaptan Swing’in Köpeği Puik’le ya da Teksas’ın Tomy ve kanyakçısıyla gönül bağımızı “illegal” sürdürmeye de ahdetmiştik.Karatahtadaki matematik ve fizik formüllerinin çocuk yüreklerimizi karartan görüntüsünün orta yerinde, Tommiks’in gizliden sevdiği Albay’ın kızı Suzi’nin örgülü saçları ve çilli yüzünün siluetini düşlemek bile, dersi dinlemediğimiz için kulak memelerimizin çekiştirilmesine kesinlikle değerdi(!)



“Adam olabilmek” için upuzun okul yollarına giden otobüslerin bilet paralarını haftalar boyu metelik görmeyen ceplerimize indirip, kış günleri yaya da olsa, balçık yollara bata çıka okulumuza sağ salim vardık. Öğretmenlerimiz sınıfa girince ayağa kalkmakta, "yerli malı haftası"nda elma-portakal yemekte(!) ve mutluluğun sadece “Türk” olmaktan gelen bir şey olduğundan söz eden “andımız”ı okumakta bir kusur da etmedik.



Etmedik fakat, bunlara rağmen okul sıralarında habire çekiştirilen kulak memelerimizin aşağıya sarkmışlığını bir ömür taşımaya yazgılı kaldık.Şiddet mübah ve meşruydu o yıllar ve biz, kurbandık!



“Adam olabilmek” ve o lânet olası diplomaları alabilmek için yıllarca havyanlar gibi dövüldük; babam hortum ve deri terlikleri, öğretmenlerimiz ise daha çok kırılmayan cetvelleri tercih ediyorlardı. Onlar, bizi döverken çok rahat ve huzurluydular; çünkü “adam” olabilmemiz için geleneksel görevlerini yerine getiriyordular(!)Bu ahmaklar cennetinde liseye başladığımda, bana hiç de babam, öğretmenlerim gibi davranmayan, hiç de dövmeye niyetli görünmeyen “devrimci”lerin derneklerine gidip gelmeye başlamıştım.Bana yaşıtlarıymışım gibi davranıyorlardı.Yanıldıklarını bir an için düşünmesinler diye dudaklarımın arasına cıgara iliştirip, kaşlarını yetişkinler gibi çatmaya başladığımda henüz on beş yaşımdaydım...



Gerisini hatırlamıyorum; kendime geldiğimde afili bir “militan”dım ve o eylemden bu eyleme koşuşturup duruyordum.Liseyi bitirince, sevinçle bütün okul kitaplarımı yakıp, diplomamı kapıp, sırtımda yediğim o dayakların da sızılarıyla sarkmış kulak memelerimi alıp evden kaçtım. Sonra “yasak yayın bulundurmak” isnatıyla tutuklandım. Bu kez de bir nezarette Mehmetçiklerden bir hafta geberesiye falaka yemekti yazgım.Sonra çıktım; İzmir Hukuk öğrenciliği, bir yandan inşaatlarda amelelikle su toplayan ellerim, arkamda beni kovalayan faşistlerden yediğim dayaktan patlamış sol gözümde mosmor izlerim, çok geçmeden yine içeri.



Dışarı... İçeri ve 12 Eylül askeri darbesi: Tam içeri...Orada kaldık! Dışarısı gökteki yıldızlar kadar uzaktı artık...



“Babaların, öğretmenlerin kıymetlerini bilmek gerekir” diyenleri ancak cezaevinde can havliyle anladım. Çünkü onlar, hiç değilse döverken öldürmüyorlar ya da sakat bırakmıyor, sadece tenlerimizde mor renkli desenler çiziyorlardı(!) Diyarbakır Askeri Cezaevi'nde ise yanıbaşımızda insanlar katlediliyordu...Gözlerim bağlı çarmıhlarda -filistin askısıyla- bedenime elektroşok verildiği veya avuçlarımızın coplanmaktan kan toplayıp patladığı Diyarbakır Askeri Cezaevi gecelerinde gördüğüm rüyalarda, artık babamın merhametli hortumlarını ve öğretmenlerimin kibar cetvellerini özlemle anıyordum...



Cezaevinden çıkınca, artık bir fiske daha yemeye tahammülüm kalmamıştı.Artık yirmi bir yaşımdaydım ve kendimi bir daha dövdürmemeye yemin etmiştim.



Daha sonra vatan kurtarmak üzere “cebren ve hile ilen” askerlik şubesine teslim edilip canım taburuma vardığımda ne göreyim, yeni gelenler dışında bütün askerler birilerine sataşmak, birilerini dövmek için düpedüz adam arıyorlardı.Bir başka, bir garip diyardı ordu.Sağlıksız desem, hakaret olur, yine yargılanırım; bu yüzden sadece orada bazen ve bazı "farklı" insanların olabildiğini vurgulamakla yetinelim.



Zagor lakaplı manyak bir astsubayın sopasıyla vurabilmesine yardımcı olmadığım, ona avuçlarımı açmadığım için İstanbul’da Kâğıthane deresinin kıyısında bir ağaca kelepçelerle bağlanıp aç, susuz, cıgarasız yirmi dört saat kaldım.Bir gün ceviz sopasını rastgele savuran tabur komutanının bileğini tutup, “bana vuramazsın!” dediğim için “üste mukavemet” suçundan Kasımpaşa Askeri Mahkemesi’nde yargılandım. Bu yüzden askerliğimi tam doksan gün geç bitirebildim...



Bu arada yetiştiğim coğrafyada feodalitenin yaptırım ve baskılarından, bir aşiret çocuğu olmamın bana yaşattığı kuşatma ve sıkıntılardan, oradaki tabulardan ve dövüle dövüle düşük yapan, öldürülen analarımızdan daha hiç söz etmedim...

Alabilmek için kamyonlar dolusu dayak yiyip nice acılara katlandığım diplomalarım ise, bugüne dek hiçbir işe yaramadı.Özel sektörde ilaç firmalarında. dergi ve gazetelerde çalıştım, yöneticilikler yaptım; haber ajanslarında, yerel yönetimlerde müdürlükler yaptım; hepsi de başarı gözetiyorlardı, hiçbiri benden diploma istemedi; kendi kendime işyerleri açıp kapattım, hiçbir yerde diploma gerekmedi...



Diplomalarım, inanır mısınız bilmem, albümümün arasında katlayıp bıraktığım yerde tam yirmi yıl öylece kaldılar...



Sonra yazmaya başladım; yazmak için de diploma gerekmiyordu. Bir gün oturup bütün öğrenim, kurs belgelerim vb. ne varsa hepsini keyifle yaktım.Artık yazacaktım; fakat bu kez de düşünce suçları” kapsamında yazdıklarımdan, söylediklerimden dolayı şiddet, tehdit, kelepçe, mahkumiyet ve daha pek çok kuşatmaya maruz kaldım...Uzun yıllarım, bu totaliter toplumda, bu ruhsal sakatlanmalar ülkesinde kişiliğimi ezmeye ve bir biçimde üzerimde hiyararşi kurmaya, çevremdeki başka insanlara da bunu yapmaya çalışanlarla boğuşmakla geçti.Sonuçta kendimi oldurmayı eksiği gediğiyle az da olsa başardığıma inandığımı gönül rahatlığıyla söyleyebilirim...



Türkiyem, Türkiyem cinnetim-di; bu ülkede hiçbir şey sanıldığı kadar kolay değildi...

Sanki herkes birilerini dövmek ve aşağılamakla görevliydi ve başkalarını bilmem, fakat herkesin doğmuş olmakla, insan olmakla saygıdeğer sayıldığı şu dünyada, aile, okul, askerlik gibi kurumlar dahil, bizim için dövülüp sövülmeden, onurlarımız yara almadan bu ülkede "insan" olabilmek, kalabilmek -bile- hiç de kolay olmadı.İlk suçumuz yoksulluktu, asıl suçumuz ise, geniş bir kışla sayılabilecek bu ülkede, Türkiye'de doğmuş olmaktı...

Şimdi sözüm, üniversiteliler de dahil yeni kuşaklara; arkadaşlar, okullardan yalnız diploma değil, kişilik almaya ya da kişilik teslim etmemeye çalışın. Gerekirse diplomanızı yırtın, ama kişiliğinizi asla!



Diplomalarınız benimkiler gibi belki yirmi yıl hiçbir işe yaramayabilir, fakat kişiliğinizi korursanız eğer, inanın onunla çok şey yapabilirsiniz...



Ben ise, hâlâ küçüklerimi seviyor, ama büyüklerimi sayamıyorum. Artık varlığımı onların varlığına ve değerlerine armağan etmek gibi bir niyet de taşımıyorum...



Bana bu travmaları yaşatan ülkemi sevmeme yardım edin! Önerileriniz varsa, lütfen iletin.

Marilyn ve Rabia

Marilyn Monroe, ölümünün üzerinden geçen yarım yüzyıla rağmen hâlâ bir efsane.
Gayri meşru olarak dünyaya gelen ve annesini tımarhanede yitiren Marilyn’nin, mutsuz bir çocukluk geçirdiği ve bakımevlerinde istenmeyen bir eşya gibi görülme duygusuyla yaşadıkça didiştiği bilinir.
Rabia’yı ise, Diyarbakır’da bir aşiret reisi olan Hacı Hüseyin’in kızı olmasına rağmen, aile çevresi dışında kimseler tanımaz.
Rabia, Marilyn’e kıyasla, ailesiyle birlikte mutlu bir çocukluk geçirmiş, beş kardeşin en güzeli ve en küçüğü olarak bir dediği iki edilmemiştir.
Bu iki kadının Hollywood kökenlisi, gençlik yıllarından itibaren ünün doruğuna çıkmış, baş döndürücü bir popülerlik ve servet edinmiş, dilediği erkekle birlikte olup fırtınalı aşklar yaşamıştır.
Rabia ise, ergenlik dönemine geldiğinde taliplerinden Sefer’e, o yılların törelerine uygun biçimde -başlıkla- gelin edilmiştir.
Marilyn, üç kez evlenip onlarca erkekle flört ederken, Rabia ise eşi Sefer’e varlığını armağan edip, o günden itibaren yazgısına itaatle boyun eğmiştir.
Daha sonra Rabia’nın kocası Sefer, bir ömrün yoksullukla geçmeyeceğine karar verip, birkaç yıl içinde Almanya’ dan zengin bir adam olarak döneceğine Rabia’yı ikna etmiş ve Almanya’da otomotiv sektöründe işçi olarak çalışmaya başladığında, Rabia ise kaynanası ve iki çocuğuyla acı dolu günleri, yılları saymaya koyulmuştur.


Marilyn, geniş salonlarda onlarca erkeğin iltifatlarıyla şuh kahkahalar atarken, Rabia ise şirret bir kaynananın bekçiliğinde her gün ağlamayı yazgı bilmiştir.
Rabia, evinin perdelerini açamaz, dış kapısının önünü bile -bir başka erkeğe bakmasın diye- süpüremez olmuştur.Kaynanası ve kayınları, Rabia, Sefer’i “namusuyla” (!) beklesin diye onu birkaç günde bir tokatlamayı da huy edinmişlerdir.
Bütün gazeteler Marilyn’in bir “narsisist” olduğunu yazarken, Rabia’nın ise hiç seçmeden, hiç istemeden Diyarbakır’ın varoşlarında bir “mazoşist” olabildiğini kimseler bilmemiştir...
Üç yıl sonra Almanya’dan döneceğine söz vererek giden sefer, her yıl sadece on beş ila yirmi gün tatile gelebilmiş ve Rabia’nın bütün sitemlerine rağmen “iki daire ve bir ekmek fırını parası biriktirmeden Diyarbakır’a dönemeyeceğini,” söyleyerek ona sadece “sabır” dilemiştir...
Marilyn, fırtınalı yaşamından dolayı psikolojik tedavi görmeye başlarken, Rabia ise bir kaynana ve iki çocuğu ile dört duvar arasında silik ve dingin, bunaltıcı yıllar geçirmekten giderek psikolojik bir vaka haline gelmiştir.
Onu tedavi eden de olmamış, aradan upuzun on yıl geçmiş ve Sefer, iki daire, bir de ekmek fırını parası biriktirip nihayet- Almanya’dan dönmüştür.
Kaynanası ve kayınbiraderleri görevlerini yapıp (!) tam on yıl boyunca Rabia’nın yanına bir erkek sineği bile yaklaştırmayarak, onun bedenini Sefer adına bir yetkiyle korumuşlardır.Bedenini korumuşlardır ama, Rabia’nın ruhsal durumu yıllarca yaşadığı intihar boğuntularıyla artık paramparçadır…


Marilyn, çevresinde şöhreti ve parası için dolaşan yüzlerce insandan hangisinin gerçek dost, hangisinin sevgili olduğunu kalabalığın kuşatmasında anlayamadığı için tedavi görürken, Rabia ise on yıl süren upuzun bir yalnızlıkta sadece Sefer’in adını sayıklamaktan bir şizofrendir artık...
Marilyn, Saint Exupery, Dostoyevski, Miller okurken ve Miller’le flört ederken, ilkokul çıkışlı Rabia ise Sefer’i beklediği günlerdeki yalnızlıkta çocuklarının hikâye kitaplarını okumuş, radyo programları, haberlerden vb yerlerden Napolyon’un, Gorbaçov’un kim olduklarını öğrenmiştir.
Diyarbakır’a yıllar sonra dönen Sefer, artık Rabia’yı tanıyamamaktadır; çünkü Rabia, her sabah Napolyon Bonapart’ın selamını Gorbaçov’a ulaştırmak üzere evden çıkmakta ve Sefer’in Almanya’dan getirdiği fötr şapkayı giyip, dudaklarının kıyısına bir sigara iliştirip düşsel olarak kurguladığı ordulara kendince komutlar vermektedir.
Belki de kendini hep arzuladığı bir özgürlüğün kollarına böyle bırakmaktadır; artık şuursuzdur...
Rabia’yı bir süre gözleyen Sefer, anasına, artık Rabia’nın kendisine kadınlık yapamaya cağını, bu yüzden yeni bir evlilik için genç ve güzel bir kadın bulmasını söyler. Başlık parası fazlasıyla ödenir ve kırk beş yaşındaki Sefer’e on yedi yaşlarında bir kız bulunur civar köylerden; incecik, gencecik bir kız.
Rabia, artık otuz yedi yaşına gelmiş ve yıllarca evde oturmaktan hayli kilo almış bir delidir (!) Sefer, küçük bir oda tutar Rabia ve çocuklarına; kendisi de genç eşiyle yeni aldığı daireye çekilir. Rabia’yı bağlamak da bir çözüm getirmez ve kaldığı evin duvarları dışında ne varsa her şeyi paramparça ederek dışarı, sokaklara kaçar durur...
Rabia, artık Diyarbakır’ın muhtelif semtlerinde kâh Napolyon’un askerlerine komutlar verirken, kâh yollarda, kaldırımlarda oturup bir başına ağlarken görülmektedir. Artık kocası Sefer’in hiçbir işine yaramayan Rabia’nın onuru ve delirmiş yalnızlığı ne kaynanasının ne kayınbiraderlerin umurunda değildir...
Rabia, bir akşam Diyarbakır’ın Dağkapı semtinde SSK hastanesi bitişiğindeki askeri karargâh civarında yürürken, nasılsa kırmızı şapkalı kızın büyükanne kılığına giren kurt tarafından yenmek üzere olduğunu düşler. Kırmızı şapkalı kızın kulübesi ise, askeri karargâhın içindeki karanlık alandadır.
Rabia, arkasında yürüdüklerine inandığı Napolyon’un askerlerine komut verir ve kırmızı şapkalı kızı kurtarmak üzere tel örgülerle çevrili yasak alana girer...
Nöbetçi askere, karargâha parolasız girmeye kalkan olursa ona vurması emredilmiştir. Asker uyarır, bağırır, ama kırmızı şapkalı kızı kurtarmaya giden Rabia, o an hiçbir şey duymaz...
Nöbetçi askerin önce bir, ardından ik kurşun Rabia’nın bedenine isabet eder.Rabia, vurulup yere düşerken bile hâlâ Napolyon’un askerlerine komutlar vermektedir.
Namlusundan dumanlar çıkan nöbetçi er, onun mırıldandıklarından hiçbir şey anlamaz.Askerin onun hakkında bildiği tek şey “dur” ihtarına uymadığıdır...
Nöbetçi er, siyasal gerilimin alabildiğine boyutlandığı o günlerde olağanüstü hal bölgesi kapsamındaki Diyarbakır’daki kışla nöbetinde, aklınca kendisine verilen “emre itaat” etmiştir(!)
Rabia, sonraki gün sahipsizler mezarlığına gömülür ve o yıl bazı insan hakları dernek ve kurumlarının yıllıklarının Güneydoğu’daki “yargısız infaz”lar listesinde adı geçer.
Oysa ki ölümü değil, asıl Rabia’nın yaşamı bir yargısız infazdır...
Bu iki efsane kadın, benim kalbimde yıllar yılı ev sahibi gibi oturup kalmışlardır ve daha kalmaktalardır.Çünkü Marilyn, biricik platonik aşkım, Rabia ise öz teyzemdi benim...
Sevgili Marilyn, Cemal Süreya’nın dediği gibi, “şimdi cehennemde Nietzsche’nin metresi olmalıdır”; anamın kara gözlü bacısı Rabia ise, belki cennette bile hâlâ Sefer’i sayıklamaktadır...