16 Ağustos 2010 Pazartesi

Biz Kurbanız..

Biz, kurbandık!

Apoletleri, cüzdanları ya da mevkileri büyük, ama pek çoğunun beyinleri küçük insanların çevrelediği bir atmosferde gözlerimizi dünyaya açtığımızda, ağlayışımız bile belki bu dünyadaki mutsuzluğa bir itirazdı...



Büyüyüp neyin ne olup olmadığını anlamaya çalışırken, bizim yoksulluğumuza, yoksulluğumuzun da bize küfrettiği gerçeğiyle irkildik. Yazgılarımızın başucuna çöreklenmiş bezirgânlar, düşlerimize ulaşmamızın; gençliklerimize, aşklarımıza yaraşmamızın olanaklarını daha doğduğumuzda gasp etmişlerdi!



Onlar, vahşi kahkahalarıyla insanın emeği ve onurunun hanesine zar atıyorlardı. Zarlarındaki hepyek bizdik... Çünkü kurbandık!



Kurbandık! Dünyaya gelmek ya da gelmemek konusunda tercih hakkımızı da kullanamadık. Aslında doğmadan önce hepimiz spermdeki olasılık kadardık;o olasılıkla doğmak ya da doğmamak üzere -daha analarımızın rahminde- yalnızdık.



Sonra bize bir ev, bir kent, bir sokak verdiler; “bayrak direği gibi buralara çakılıp kalın!” dediler! Ebeveynlerimizi seçebilme konusunda bir tercihimiz de olmadı. Sonra bize dayılar, amcalar, halalar, muhtarlar, müdürler verdiler; “ her koşulda bunlarla iyi geçinin,” dediler.



Bir süre “pa” durup ayaklarımızın üstünde tutuk adımlarla yürümeye başladığımızda, önce Kurân’ın, cinlerin, ekmeğin bizi nasıl çarpacağını, sünnetçi ve “iğneci amcaların” bizi nasıl “cıss” yapacaklarını öğrendik. İtiraz hakkımız yoktu; çünkü henüz konuşamıyorduk. Oyun çağına geldiğimizde, üzerimizde tek tip elbiseyle okul yollarına dizildik. Eli sopalı öğretmenlerden ve bizden yaşça büyük mahalle çocuklarından dayak yedikçe, hayatın aslında hep gerili tetik bir “savunma”yı korumak olduğunu öğrendiğimizde daha yedi sekiz yaşlarındaydık.



Yine o yaşlarda neye elimizi atsak günah, ne konuşsak ayıp, ne istesek yasaktı.Sonra ilk ve ortaöğretimde tam on bir yıl o sınavdan bu sınava terli yarış atları gibi koşuşturmak- tan imanımız gevredi.Pedagoji bilmeyen öğretmenlerin haşmetli sopalarının uçlarındaki yazgılarımıza saf ve korkulu çocuk gözlerimizle bakmak ve susmak dışında bir seçeneğimiz olmadı.Dünyaya gelmiş olmamızın; bir benliğimizin, bir anlamımızın olduğunu bize fısıldayan ya da bunu umursayan da olmadı...Tanrı imgesiyle ve dualarla tanıştırılmamızla birlikte içimizdeki erdemlerden çok korkularımız büyüdü. Her an tanrı katının herhangi bir birimi; bir peygamberi, meleği ya da cinler, şeytanlar tarafından çarpılabilirdik. Bu nedenle uyumaya çalışırken, bildiğimiz, dahası ezberlediğimiz bütün duâları her gece yenibaştan okuyarak, bize ve sevdiklerimize bir kötülük yapmamasını tavana çakılmış gözlerimizle Allah’tan rica ettik. Çünkü bütün kötülüklerin de, iyiliklerin de ancak ondan gelebileceği anlatılmıştı bize.



Birileri ancak okula gidilerek “adam” olunabileceğini söyledikçe, kalça kemiklerimizi sızlatan o tahta sıralarda midemizin açlık gurultularını dinleyerek saniyeleri saya saya teneffüs zillerini bekledik.Tek sıra olduk, biat ettik, bekledik; ama Kaptan Swing’in Köpeği Puik’le ya da Teksas’ın Tomy ve kanyakçısıyla gönül bağımızı “illegal” sürdürmeye de ahdetmiştik.Karatahtadaki matematik ve fizik formüllerinin çocuk yüreklerimizi karartan görüntüsünün orta yerinde, Tommiks’in gizliden sevdiği Albay’ın kızı Suzi’nin örgülü saçları ve çilli yüzünün siluetini düşlemek bile, dersi dinlemediğimiz için kulak memelerimizin çekiştirilmesine kesinlikle değerdi(!)



“Adam olabilmek” için upuzun okul yollarına giden otobüslerin bilet paralarını haftalar boyu metelik görmeyen ceplerimize indirip, kış günleri yaya da olsa, balçık yollara bata çıka okulumuza sağ salim vardık. Öğretmenlerimiz sınıfa girince ayağa kalkmakta, "yerli malı haftası"nda elma-portakal yemekte(!) ve mutluluğun sadece “Türk” olmaktan gelen bir şey olduğundan söz eden “andımız”ı okumakta bir kusur da etmedik.



Etmedik fakat, bunlara rağmen okul sıralarında habire çekiştirilen kulak memelerimizin aşağıya sarkmışlığını bir ömür taşımaya yazgılı kaldık.Şiddet mübah ve meşruydu o yıllar ve biz, kurbandık!



“Adam olabilmek” ve o lânet olası diplomaları alabilmek için yıllarca havyanlar gibi dövüldük; babam hortum ve deri terlikleri, öğretmenlerimiz ise daha çok kırılmayan cetvelleri tercih ediyorlardı. Onlar, bizi döverken çok rahat ve huzurluydular; çünkü “adam” olabilmemiz için geleneksel görevlerini yerine getiriyordular(!)Bu ahmaklar cennetinde liseye başladığımda, bana hiç de babam, öğretmenlerim gibi davranmayan, hiç de dövmeye niyetli görünmeyen “devrimci”lerin derneklerine gidip gelmeye başlamıştım.Bana yaşıtlarıymışım gibi davranıyorlardı.Yanıldıklarını bir an için düşünmesinler diye dudaklarımın arasına cıgara iliştirip, kaşlarını yetişkinler gibi çatmaya başladığımda henüz on beş yaşımdaydım...



Gerisini hatırlamıyorum; kendime geldiğimde afili bir “militan”dım ve o eylemden bu eyleme koşuşturup duruyordum.Liseyi bitirince, sevinçle bütün okul kitaplarımı yakıp, diplomamı kapıp, sırtımda yediğim o dayakların da sızılarıyla sarkmış kulak memelerimi alıp evden kaçtım. Sonra “yasak yayın bulundurmak” isnatıyla tutuklandım. Bu kez de bir nezarette Mehmetçiklerden bir hafta geberesiye falaka yemekti yazgım.Sonra çıktım; İzmir Hukuk öğrenciliği, bir yandan inşaatlarda amelelikle su toplayan ellerim, arkamda beni kovalayan faşistlerden yediğim dayaktan patlamış sol gözümde mosmor izlerim, çok geçmeden yine içeri.



Dışarı... İçeri ve 12 Eylül askeri darbesi: Tam içeri...Orada kaldık! Dışarısı gökteki yıldızlar kadar uzaktı artık...



“Babaların, öğretmenlerin kıymetlerini bilmek gerekir” diyenleri ancak cezaevinde can havliyle anladım. Çünkü onlar, hiç değilse döverken öldürmüyorlar ya da sakat bırakmıyor, sadece tenlerimizde mor renkli desenler çiziyorlardı(!) Diyarbakır Askeri Cezaevi'nde ise yanıbaşımızda insanlar katlediliyordu...Gözlerim bağlı çarmıhlarda -filistin askısıyla- bedenime elektroşok verildiği veya avuçlarımızın coplanmaktan kan toplayıp patladığı Diyarbakır Askeri Cezaevi gecelerinde gördüğüm rüyalarda, artık babamın merhametli hortumlarını ve öğretmenlerimin kibar cetvellerini özlemle anıyordum...



Cezaevinden çıkınca, artık bir fiske daha yemeye tahammülüm kalmamıştı.Artık yirmi bir yaşımdaydım ve kendimi bir daha dövdürmemeye yemin etmiştim.



Daha sonra vatan kurtarmak üzere “cebren ve hile ilen” askerlik şubesine teslim edilip canım taburuma vardığımda ne göreyim, yeni gelenler dışında bütün askerler birilerine sataşmak, birilerini dövmek için düpedüz adam arıyorlardı.Bir başka, bir garip diyardı ordu.Sağlıksız desem, hakaret olur, yine yargılanırım; bu yüzden sadece orada bazen ve bazı "farklı" insanların olabildiğini vurgulamakla yetinelim.



Zagor lakaplı manyak bir astsubayın sopasıyla vurabilmesine yardımcı olmadığım, ona avuçlarımı açmadığım için İstanbul’da Kâğıthane deresinin kıyısında bir ağaca kelepçelerle bağlanıp aç, susuz, cıgarasız yirmi dört saat kaldım.Bir gün ceviz sopasını rastgele savuran tabur komutanının bileğini tutup, “bana vuramazsın!” dediğim için “üste mukavemet” suçundan Kasımpaşa Askeri Mahkemesi’nde yargılandım. Bu yüzden askerliğimi tam doksan gün geç bitirebildim...



Bu arada yetiştiğim coğrafyada feodalitenin yaptırım ve baskılarından, bir aşiret çocuğu olmamın bana yaşattığı kuşatma ve sıkıntılardan, oradaki tabulardan ve dövüle dövüle düşük yapan, öldürülen analarımızdan daha hiç söz etmedim...

Alabilmek için kamyonlar dolusu dayak yiyip nice acılara katlandığım diplomalarım ise, bugüne dek hiçbir işe yaramadı.Özel sektörde ilaç firmalarında. dergi ve gazetelerde çalıştım, yöneticilikler yaptım; haber ajanslarında, yerel yönetimlerde müdürlükler yaptım; hepsi de başarı gözetiyorlardı, hiçbiri benden diploma istemedi; kendi kendime işyerleri açıp kapattım, hiçbir yerde diploma gerekmedi...



Diplomalarım, inanır mısınız bilmem, albümümün arasında katlayıp bıraktığım yerde tam yirmi yıl öylece kaldılar...



Sonra yazmaya başladım; yazmak için de diploma gerekmiyordu. Bir gün oturup bütün öğrenim, kurs belgelerim vb. ne varsa hepsini keyifle yaktım.Artık yazacaktım; fakat bu kez de düşünce suçları” kapsamında yazdıklarımdan, söylediklerimden dolayı şiddet, tehdit, kelepçe, mahkumiyet ve daha pek çok kuşatmaya maruz kaldım...Uzun yıllarım, bu totaliter toplumda, bu ruhsal sakatlanmalar ülkesinde kişiliğimi ezmeye ve bir biçimde üzerimde hiyararşi kurmaya, çevremdeki başka insanlara da bunu yapmaya çalışanlarla boğuşmakla geçti.Sonuçta kendimi oldurmayı eksiği gediğiyle az da olsa başardığıma inandığımı gönül rahatlığıyla söyleyebilirim...



Türkiyem, Türkiyem cinnetim-di; bu ülkede hiçbir şey sanıldığı kadar kolay değildi...

Sanki herkes birilerini dövmek ve aşağılamakla görevliydi ve başkalarını bilmem, fakat herkesin doğmuş olmakla, insan olmakla saygıdeğer sayıldığı şu dünyada, aile, okul, askerlik gibi kurumlar dahil, bizim için dövülüp sövülmeden, onurlarımız yara almadan bu ülkede "insan" olabilmek, kalabilmek -bile- hiç de kolay olmadı.İlk suçumuz yoksulluktu, asıl suçumuz ise, geniş bir kışla sayılabilecek bu ülkede, Türkiye'de doğmuş olmaktı...

Şimdi sözüm, üniversiteliler de dahil yeni kuşaklara; arkadaşlar, okullardan yalnız diploma değil, kişilik almaya ya da kişilik teslim etmemeye çalışın. Gerekirse diplomanızı yırtın, ama kişiliğinizi asla!



Diplomalarınız benimkiler gibi belki yirmi yıl hiçbir işe yaramayabilir, fakat kişiliğinizi korursanız eğer, inanın onunla çok şey yapabilirsiniz...



Ben ise, hâlâ küçüklerimi seviyor, ama büyüklerimi sayamıyorum. Artık varlığımı onların varlığına ve değerlerine armağan etmek gibi bir niyet de taşımıyorum...



Bana bu travmaları yaşatan ülkemi sevmeme yardım edin! Önerileriniz varsa, lütfen iletin.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder